In life, unlike chess, the game continues after checkmate.

(Hayatta, satrancın aksine, oyun şah-mattan sonra da devam eder.)

30 Ocak 2016 Cumartesi

Mutsuzluk geçiyor da, Pişmanlığımız hep mi baki.......?


Yıllar sonra bile annenizin karşısına gururla çıkarabileceğiniz adamlara aşık olun, adı geçtiğinde sizi ne kadar üzdüğü belli olmasın diye gözlerinizi kaçırdığınız adamlara değil..!

Geçen gün ağlayacaktım az kalsın annem yüzüme bakıyordu

Annem yüzüme ağlarsan, ağlarım der gibi bakıyordu kaç yaşında olursanız olun yüzünüze öyle bakar anneler hissederek bakar içime dokundu ağlayamadım
anlatamadım da

Beni hep bilmediğim yerlerimden kırıyorlar anne  beni hep uzanamayacağım yerlerimden yaralıyorlar çok geç oluyor vakit beni hep gece yarılarında bırakıyorlar boşluklarına geliyorum sonra boşluklarından düşüyorum alıştıramıyorum kendimi bu kadar uzun ve devamlı olmasına ihanetlerin

İhanet nedir anne..?  bir kuşun kanadını parçalarsam ihanet sayılmaz mı gökyüzüne..? ya da ihanet değil mi balıkları bağışlamayaşımız denize..?  kaç ihanet varsa bu hayatın içinde nakış gibi göğsümüze işlenmiş anne.. kime dökülsek eksilmişiz korumamız gerekmiş kendimizi güvendiklerimizden.

Kaburgası çatlamış atlar inliyor beynimde anne utanmazken birileri namertliğinden ...bahar nasıl olsa geliyor da unutturuyor mu karda çıplak ayakla yürüyen çocuğa acısını.?

Anne kim bu hayatın kaybedenleri.? ezenler mi, ezilenler mi.? mutsuzluk geçiyor da pişmanlığımız hep mi baki.?  kimler sözünde durur peki.? yalnız peygamberler mi.? saraylar yıkılınca, soytarılar krallara gülerler değil mi.?

Ve ah alanlar, sırattan süratla düşecekler mi.?  bu durmadan zonklayan ağrı da sevdaya dahil mi cemal abi..?

Sana gelince, helal ettim tüm hislerimi..annem bakmasa ağlardım şimdi..........Ve annen ne zaman ağlasa aklına gelsin yitirmişliğin seni annen kadar sevmiş birini

25 Ocak 2016 Pazartesi

Endişe Üzüntü ve ''Gerçek''ler


Hayat kısa... kaçınılmaz sonu bilerek yaşıyoruz. sadece nasıl sonlanacağını bilmiyoruz. belki de bu merak hayatta kalmamızı sağlıyor... "benim sonum nasıl olacak.?....

Ünlü bir düşünür ölüm karşısında şu sözlerle yakınıyor:........

- Acaba hangi kitapları okuyamadan sona erecek bu hayat..? Henüz varamadığım hangi gerçeklerin sorumluluğunu yüklenmeden çalacak düdük...?

İlginç değil mi..? Ünlü düşünürün ölümden yakınma biçimi, onun hayatı nasıl karşıladığını gösteren en önemli belirti. Yaşamın anlamı, her düşünen insanı meşgul etmiş zorlu bir sorundur......

Hayat, katlanılması gereken bir “şey” midir..? Yoksa, anlamı üzerinde bir noktaya gelmeden hoşça vakit geçirilecek sıradan ve tek düze bir meşgale midir.......?

Hayatı hormonlarınızın uzantısında yaşayabilirsiniz. O’nu, güdülerinizin ekseninde sıradan bir biçimde karşılayabilirsiniz

Gecelerinizi televizyon dizilerinin bataklığında geçirebilir, gündüzlerinizi ise, o dizilerin sıradan öykülerinin sığlığına saplanarak geçirebilirsiniz. Dünya görüşünüzün yapılanmasını magazin medyasının güdümüne terk edebilir ya da kimliğinizi inandığınız dinin esasları ile tanzim edebilirsiniz


Siyasi düşüncelerinizi, içinde her nasılsa bulunduğunuz bir sosyal grubun eşgüdümünde belirleyebilir, sonra belirlenen bu noktayı kişiliğinizin temel bir öğesi olarak damgalayabilirsiniz… Çünkü “özgür”sünüz… Ama işte o zaman da, yukarıda sözünü aktardığımız düşünürün düşüncesini, kaygılarını ve yaşam felsefesini bir türlü kavrayamazsız. Belki de bu sözleri [sadece] vitrine konmuş süslü bir söz gibi algılar; ama hiçbir zaman yaşamınızın pratiğine yansıtmaya kalkışmazsınız. 


O son düdüğün, aniden ve ansızın çalmasının acısını hissedebilirmisin Ama bu acının niteliği, yaşamın sona ermesi nedeniyle duyulan ızdıraptan çok farkıdır. Endişe ve üzüntü, yaşam boyu ulaşılamamış olan “gerçekler” nedeniyledir. Bu gerçeklerin sorumluluğunu yüklenememiş olmanın acısıdır… 


Ve zaman yetmediği için, zaman yeteri ölçüde doğru kullanılamadığı için, ardında henüz okunamamış kitaplar bırakmanın acısıdır. Yeteri ölçüde tatmin edilememiş olan cinsel dürtülerle yüklü bir özlemle musalla taşına yatmanın pişmanlığı değildir bu. 

Tırmanılamayan koltukların, üzerinde yeteri kadar saltanat edilememiş olan makam ve mevkilerin, ele geçirilememiş fırsatların üzüntüsü, doymamışlığı değildir bu… 

Küpünü ağzına kadar dolduramamış olmanın hırsı, doyumsuzluğu ve açgözlülüğünden arta kalan bir sızı değildir bu… 


Kültür açlığıdır. Gerçeğe duyulan aşktır. Kültürel olarak yükselmeye, ruhen derinleşmeye, kişisel olarak olgunlaşmaya duyulan katışıksız özlem ve gerilimli bir tutkudur. İşte bu açlığı konuşmalıyız hep beraber, bu aşkı betimlemeliyiz, bu katışıksız özlemi ve o gerilimli tutkuyu anlatmalıyız birbirimize, Hatta “onlar”a bile…

7 Ocak 2016 Perşembe

Ey taşıdıkların yüzünden aksayan at, seninde talihin böyle






                                                                            7/Ocak/2016....04:28
     
     Kendi içimden başka bakacak bir yerim kalmayınca fark ettim insan kalbinin ne kadar çok duygusu olduğunu.... 


      Neydi benim arkadan gelen günler içinde hissettiğim......?  Hepsi katran renkli ve bitici olmayan bir dizi acıya mevzilenmiş bir aşkın hikayesi mi...?   Öfke mi....?   Yanılgının acısı mı....?   Hayal kırıklığı mı...?   Hayatın kırgınlığı mı....?   Nefret mi...?   Kin mi...? 



     Kurtulmak istediğim halde bir türlü kurtulamadığım bir acizlik mi....? 


      Hak etmediğime inandığım halde, maruz kaldığım netice mi...?   Nedenini nasılını anlayamadığım bir hali ifade edememenin bunaltısı mı......?


       Bir daha ömür boyu karşılaşmayacağımı bildiğim çok güzel bir şeyi yitiriyor olma telaşı mı.......? 

Onun benim yitmeme ve ölmeme dur bile demeyişine duyduğum hayret mi...      Bazen hissedersin ama ne olduğunu bilmezsin.......